Absürt mizah ile kadına yönelik şiddet arasında ince bir çizgi: Poor Things

Bir filmi izlerken, genellikle hikayenin ötesinde bir şeyler ararız. Belki de bu, karakterlerin derinliklerini, yönetmenin vizyonunu veya belki de alt metni anlamak içindir. Yorgos Lanthimos’un son filmi “Poor Things” tam da bu beklentiyi karşılayan bir yapım. Alasdair Gray’in eserinden uyarlanan film, aslında Lanthimos’un daha önceki çalışmalarıyla benzer bir dünyaya sahip; “The Lobster” ve “The Favourite” gibi. Lanthimos, gerçeküstücülük tarzını kullanarak kendi bakış açısını sunuyor ve ortaya çıkan film, parlak ama zaman zaman derinlemesine düşündüren bir etki bırakıyor.

Filmde absürt mizah ile kadına yönelik şiddet arasında ince bir çizgi çiziliyor. Bella, insanlığın karanlık yanlarını keşfeden bir tür masumiyet sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Emma Stone ise karakterin karmaşık psikolojik ve fiziksel zorluklarını ustalıkla canlandırarak kariyerinin en cesur performanslarından birini sergiliyor.

BİR ‘YARATICI’YA İHTİYAÇ

Filmin Dr. Frankenstein’ı olan Godwin Baxter, Londralı bir bilim insanı ve cerrah. İnsan vücudunu bir makine gibi inceliyor, bazen korkutucu sonuçlarla karşılaşsa da hayvanları parçalara ayırıp tekrar birleştiriyor. İnsanlar için ise durum biraz daha karmaşık; ölümü sadece kadavralar üzerinde inceleme yapacağı bir durumdan ibaret görüyor. Fakat kanunların bu tür deneyler üzerinde bir hükmü elbet var. Ancak bir gün, hamile bir kadın Londra Köprüsü’nden intihar ederken, karnındaki bebeği kurtuluyor. Bu, Godwin için bir fırsat oluyor. Bebeğin beynini kullanarak annesini yeniden canlandırmaya karar veriyor. İşlem başarılı oluyor ancak dirilen kadının biyolojik ve zihinsel yaşı arasında uyumsuzluk oluyor. Sonuç olarak, yetişkin bir kadının vücudu, bir bebeğin beyniyle dolup taşıyor.

Bella Baxter’ın zihnen büyümesiyle işler hızla ciddileşiyor. Kendi vücudunu keşfettikten sonra, özgürlüğün tadını çıkarmak istiyor. Her çocuk gibi, Bella da kim olduğu ve ebeveynlerinin nerede olduğu konusunda sürekli sorular soruyor. Bella’nın “baba” yerine “Tanrı” dediği Godwin ise Bella’nın sorularını önemsemiyor. Çünkü ona göre, Bella gibi bir makinenin bir babaya değil, bir “yaratıcıya” ihtiyacı var. Her zaman söylediği gibi, “Bilim ve duyguları karıştırmak pek de iyi bir fikir değil.”

ZİHİN VE BEDEN AYRILIĞI

“Poor Things”in gotik ve fantastik unsurları, bir yandan karanlık ve gizemli bir atmosfere sürüklerken, diğer yandan da gerçeklik algısının sınırlarını zorluyor. Filmin başından sonuna dek hissedilen gotik ton, özellikle Bella’nın yaratılışı ve onun etrafında şekillenen olaylar aracılığıyla kendini gösteriyor. Bu durum, Mary Shelley’nin ‘Frankenstein’ eserine olan benzerlikleri akla getiriyor. İnsan yapımı bir varlığın hayata döndürülmesi fikri, hem gotik edebiyatın klasik temalarından biri olan “doğaüstü” unsurunu hem de bilim ve ahlak arasındaki çatışmayı beraberinde getiriyor.

Kafaları allak bullak edecek denli karmaşık bir konu olan dualizm; Descartes’ın zihin ve beden ayrılığını savunan felsefesi, “Poor Things”te adeta başrol oynuyor. Zihnin ölümsüz, bedenin ise ölümlü olduğunu savunan bu düşünce, filmde Bella Baxter’ın hikayesi üzerinden somutlaşıyor. Bella’nın bedeni ölümün kıyısından döndürülse de onun zihni tamamen farklı bir bireye ait. Bu durum, zihin ve bedenin birbirinden bağımsız olabileceği fikrini güçlendiriyor.

Ancak işler her zaman olduğu gibi yine karmaşık ve filmde sadece Descartes’ın değil, La Mettrie’nin “insan makine” düşüncesi de kendine yer buluyor. İnsanları karmaşık makineler olarak gören La Mettrie, tüm davranışlarımızın fizyolojik süreçlerimizin bir sonucu olduğunu savunur. Filmde Bella’nın beyninin bir bebekle değiştirilmesi ve bunun Bella’nın davranışlarını doğrudan etkilemesi, La Mettrie’nin bu görüşünü destekler nitelikte. Bella’nın durumu, insan davranışının ne kadarının biyolojik ne kadarının zihinsel olduğu konusundaki tartışmaları da beraberinde getiriyor.

EVRİMSEL SÜRECİN YANSIMASI

“Poor Things”in dünyası, Descartes ve La Mettrie’ye çok şey borçlu. Öyle ki evren, bir mekanizmayı çalıştıran saf mekanik bir düzenek, yaşamın safi düzleminde. Bir tavuk, bir domuzun kafasına sahip olabilir mesela. Tıpkı insanların legolarmış gibi parçalarına ayrılıp yeniden birleştirilebilmesi gibi. Bu noktada bilim nedenlere ihtiyaç duymaksızın maddenin nasıl çalıştığı ile ilgileniyor, nasıl çalıştığına aldırış etmeden.

Film, aynı zamanda Aydınlanma sonrası Batı Felsefi düşüncesinin genel bir özetini de veriyor. Bilimsel Devrim’in rasyonalizminden, Romantizmin duygusal özgürleşmesine, aşkıncılığa ve Absürdizmin kabulüne kadar uzanan bir yolculuk izliyoruz. Bu süreçte, bilimin, ahlaki değerlerin ve insan algısının değişimine tanıklık ediyoruz. Bella’nın yaşadığı dönüşüm, bu evrimsel sürecin bir yansıması gibi.

Özellikle Dr. Baxter’ın karakteri üzerinden bilimin ilerlemesi ve bunun etik sonuçları tartışılıyor. Bilimin, insan hayatını geri getirebilecek güce sahip olması ancak bunun aynı zamanda kişinin kimliğini ve özgürlüğünü tehdit edebileceği fikri hakim. Aynı şekilde, Bella’nın yaşadığı kimlik krizi, postmodern düşüncenin bireysellik ve kimlik kavramlarına dair sorgulamalarını hatırlatıyor.

Bella Baxter, avukat Duncan Wedderburn (Mark Ruffalo) ile kaçtığında da bir makine gibi davranmaya devam ediyor. Bu aşamada, filmin felsefi yönü Descartes’tan David Hume’a geçiyor. Hume’a göre, insanlar özel veya benzersiz bir şeye sahip değiller; onlar sadece duyularıyla bilgi toplayan ve öğrenen varlıklar. Bella’nın hikayesi – ki filmde büyük bir kısmı kaplıyor – karmaşık deneyimlerin toplamından ibaret.

Bella, cinsellikten felsefeye ve siyasete kadar her şeyi duygusuz ve saf bir şekilde ancak komik bir mekaniklikle deneyimliyor. Bella için cinsellik bir tür spor aktivitesi (“coşkulu zıp zıp” diye tanımlıyor), bilgi tamamen kitaplardan edinilen bir şey ve ideolojisi ise ütopik değil bilakis son derece gerçekçi: “Eğer dünyada yoksul insanlar ölüyorsa ve sizin de paranız varsa, parayı onlara vermelisiniz.”

İNSAN NE DEMEK?

Filmin sonunda Bella, evlilik mefhumunun geleneksel algısına bir anlamda ulaştı. Evet ama bu durumda elimizde cevabı güç ve şiarı edimsiz bir soru kaldı: İnsan ne demek? Bir tamirci ya da yaratıcı tarafından rastgele parçalardan bir araya getirilen bir makine mi? Peki, insanı domuzdan, attan, tavuktan ayıran ne? Yoksa La Mettrie’nin düşündüğü gibi, bunlar temelde aynı makinenin iki farklı biçimi mi?

Bu Frankenstein tarzı hikayede, Bella, kendisinden istenileni performe eden bir makineden ibaret gibi görünüyor ve hikaye görece mutlu bir sonla bitiyor. Ancak bu mekanik büyüme hikayesinde bir şeyler yalnızca hedonistik açıdan ifade buluyor gibi. Bella’nın çoğunlukla “coşkulu zıp zıp” olarak adlandırdığı şey, etrafındakilere neredeyse duyarsız kalan ve mastürbasyona dayalı bir haz deneyiminde bu makinenin mekanizmalarını ve onların ilkel saikleirini beklenmedik şekillerde yeniden tanımlıyor.

Tanrı’nın Bella’ya olan babalık hisleri bilimin de duyguya ve sevgiye yer açtığını düşündürebilir. Bilimin aktarım (transferance) gerektirdiği anlamına da gelebilir ki bu psikanalitik bir bakış açısıdır. Bella’nın hem kendi annesi hem de kızı olması, ensest bir yerden de tınlayabilir. Bella rastgele birleştirilmiş ölü doku parçalarından da oluşabilir. (çünkü Descartes’a göre madde her zaman hareketsizdir). Bella’yı makine olmaktan çıkarıp bir özne haline getiren şey, onu arzulayan birinin (baba veya anne – ya da bu durumda ikisi birden) varlığıdır.

Bu başkaldırıcı filmin sonunda babalık arzusunun belirginleşmesi karşısında hayal kırıklığına uğramamız muhtemel. Bu, sadece bastırılanın geri dönüşünün bir örneği değil aynı zamanda toplumun kolektif hayal gücünün aile yapısı dışında nesiller arası arzunun aktarımını henüz çözemediğinin göstergesi. Belki de bu, Oedipus’un ötesine geçmenin düşündüğümüzden çok daha karmaşık bir iş olduğunu gösteriyor. Ya da belki de Lacan’ın dediği gibi, “Babanın Adı, onu içselleştirme koşuluyla aşılabilir.”

YUNAN TUHAF DALGASI

Filmin çılgın enerjisi, Jerskin Fendrix’in kendine özgü, tekinsiz müziğiyle eşleşiyor. Lanthimos ve görüntü yönetmeni Robbie Ryan, Stone’un eksantrikliğini geniş balık gözü lenslerle tamamlıyor ve mekanları ile yüzleri karikatürize edilmiş şekillerde çarpıtıyor. İlk sahneleri siyah beyaz olsa da Bella çevresini keşfettiğinde renkli, doygun bir dünya ortaya çıkıyor. Lanthimos, karakteristik “Yunan Tuhaf Dalgası” gerçeküstücülüğünü Hollywood komedisine muazzam bir şekilde taşıyor. Lüks dekorlar, gösterişli bilimkurgu tasarımları, zamanlama ve tonlama, absürt diyaloglarıyla her değişim ve kritik noktada beklentileri karşılıyor.

“Poor Things”, görsel açıdan gerçekten büyüleyici. Sadece karmaşık kostüm tasarımları ve fantastik dünya yaratma yeteneği ile değil, aynı zamanda Mark Ruffalo, Willem Dafoe ve özellikle Emma Stone’un performanslarıyla da dikkat çekiyor. Film, aldığı ve almaya devam edeceği övgülerin hakkını veren bir aday. Aynı zamanda, film yapım sürecinin kolektif doğasının ve fantezi, politika ve kişilik arasındaki ilişkileri sorgulama potansiyelinin devrim niteliğinde bir kanıtı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir